Bugünkü yazımda bir Çingene kızı olan Roxy Freeman’in kısa hayat hikayesini sizler için İngilizceden çevirdim.
Kaynak: https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2009/sep/07/gypsy-childhood-prejudice-education
Roxy’nin asıl adı “Little Gypsy: A Life of Freedom, A Time of Secrets” otobiyografik kitabı da vardır.
2011’de yayınlanan bu kitap Times’ın en çok satanlar listelerine girdi ve haftalarca orada kalmayı başardı. Roxy Freeman, Brighton merkezli serbest çalışan bir gazeteci ve yaşam tarzı yazarıdır. Makaleleri, diğer yayınların yanı sıra Guardian, Daily Mail ve YOU Magazine’de yayınlandı. Roxy, MyVillage.com için Brighton editörü ve yemek eleştirmenidir de aynı zamanda. The Kilkenny Advertiser için haftalık yaşam tarzı başyazıları yazar.
1979 doğumlu ve hayatının büyük bir bölümünde kendi kendini eğiten Roxy, 2008 yılında The Open University’den mezun oldu ve Şubat 2009’da NCTJ sertifikasını tamamladı.
1979 doğumlu ve hayatının büyük bir bölümünde kendi kendini eğiten Roxy, 2008 yılında The Open University’den mezun oldu ve Şubat 2009’da NCTJ sertifikasını tamamladı.
Peki bu Çingene kızının öyküsü neydi? Nasıl başladı ve ne nasıl farklı farklı bir yola saptı?
Roxy Freeman hiç okula gitmemişti. Ancak 22 yaşında resmi bir eğitim almaya karar verdiğinde bunun onun için kolay olmayacağını biliyordu. Yetiştiği Çingene topluluğundan kalma önyargılarla yüzleşmeye ve gezgin ruhunu zincirlemeye zorlamak zorundaydı…
Kayıt yaptırmak için Suffolk Üniversitesi’ne girdiğimde resepsiyon görevlisi bana küçümseyerek baktı. Üniversite’nin olgun öğrenciler için giriş kurslarında bir giriş şartı yoktu, ancak resepsiyonist bunun ileri, yoğun bir kurs olduğunu söyleyerek beni uyardı. Bana verilen başvuru formumda “eğitim tarihi” altında bir boşluk vardı. Çünkü daha öncesinde kayıtlı olduğum bir eğitimim olmamıştı. Görevliye okulu bırakmadığımı, aslında hiç okula gitmediğimi söylediğimde bana daha da küçümseyici baktı.
22 yaşındaydım ve hayatımda hiç sınıfta bir gün geçirmemiştim. Birçok insan için yabancı bir kavram ama Çingene ve gezgin ailelerde yaygın olan bir durum.
Birleşik Krallık’ta 100.000’den fazla göçebe, gezgin ve Çingeneler varken kalıcı konutlarda yaşayan Çingeneler ise 200.000’den fazladır. Benim gibi birçoğu okula hiç gitmezken, diğerleri okuma yazma bilmiyor çünkü örgün eğitim kültürümüzde bir öncelik değil.
Yetiştirilme tarzım olağandışıydı ama özgün değildi. Ben sekiz yaşıma kadar ailem yollarda yaşıyordu, İrlanda’yı at arabasıyla geziyordu. İrlanda’daki Çingeneler arasında 12 veya 13 çocuk sahibi olmak yaygındır. Üç üvey kız kardeşi olan altı çocuktan biriydim ve ailemiz küçük kabul ediliyordu. İlk kuzenlerle evlenmek de Çingeneler arasında yaygındır – ve bu potansiyel bir genetik saatli bomba-
Ailem çok farklı geçmişlerden geliyor. Annem üst sınıf bir Amerikan ailesinde doğmuş. Annem eğitiminin boşluk yılında bir Çingeneye kaçmış yani at yetiştiren babama. Yine de her ikisi de bizi teşvik edici, özgür ve tatmin edici bir ortamda yetiştirmek isteyen son derece zeki ve açık fikirli insanlardı. Okula gitmek yerine, kardeşlerim ve ben, seyahat eden ailelerden gelen birçok çocuk gibi sanat, müzik ve dans hakkında eğitim aldık. Ama asıl eğitimimiz yaban hayatı, doğayı, yemek yapmayı ve hayatta kalmayı öğrenmekti. Çarpım tablosunu bilmiyordum ama keçi sağabiliyor ve ata binebiliyordum. Pösteki, kurt ve tarla mantarlarını tanımlayabilir ve yabani su teresini ile kuzukulağını nerede bulacağımı biliyordum. Sekiz ya da dokuz yaşındayken ateş yakabilir, 10 kişilik bir aile için akşam yemeği pişirebilir ve açık ateşte ekmek pişirmeyi bilirdim. Dahası tüm bunları pastoral olduğunu düşündüğümüz için değil, yolda geçen hayat zor olabileceği için öğreniyorduk. Ayrıca ben küçük kardeşleri olan bir çocuk olarak çok çalışmak zorundaydım. Günlük rutinlerim; su getirmek, yemek pişirmek ve bebek bezi değiştirmekti.
.
(Roxy ve ailesinin “Little Gypsy” kitabında yer alan bir fotoğrafı.)
Bir dönem maddi olarak da zorlandık. Babamın tutkusu her zaman çingene koçanları yetiştirmekti. Bazen iyi satış yapardı, ama çoğu zaman beş parasızdık. Sonra ailecek çalışmaya başladık ve meyve topladık. Bir yaz, mantar çiftliğinde çalıştığımı ve mantarlardan geçindiğimizi çok net hatırlıyorum. Bir ara nergis de topladık ancak yaklaşık beş sezon sonra, nergisin gövdesindeki sıvıya karşı alerjim gelişti ve onunla ne zaman temas etsem cildim kabarmaya başladı.
Bizim hayatımız hep dışarıda geçti; çalışmak, oyun oynamak ve sosyalleşmek, ateşin etrafında veya ormanda ve tarlalarda yapılırdı. Yağışlı havalar tam bir lanetti. Tüm kabilece karavanlardan birinde bir odun sobasının etrafında toplanırdık. Daha da kötüsü ise uzun yıllar boyunca elektriğimiz, televizyonumuz, radyomuz olmadı. Çin bebeklerimiz vardı bizim ama başka oyuncaklarımız yoktu. Ve tabi ki kâğıt oyunları oynardık. Ah iskambil kartları için Tanrıya şükür! Herhalde onlar olmasaydı, hiçbir matematiksel yeteneğim olmayacaktı.
Ben bazı kardeşlerimin aksine okumayı çok küçükken öğrendim. Annem, büyükannem ve büyükbabam bana kitap aldılar ve annemin yardımıyla dokuz yaşıma geldiğimde okuyabildim. 12 ya da 13 yaşıma geldiğimde F Scott Fitzgerald, EM Forster, Louisa May Alcott ve Emily Brontë’nin hepsini yutmuştum. Onları hayır kurumlarından alırdım ya da doğum günü hediyesi olarak istedim. Kitaplar ve kartlar bana, herhangi bir resmi eğitimin yokluğunda sözcükleri ve sayıları anlamamı sağladılar.
Yine de -her ne kadar çok şey okumuş olsam da- medyanın Çingene nüfusunu çirkin bir şekilde tasvir etmesinin o zamanlarda hiç farkında değildim. Çocukken evlerde yaşayan “normal” insanlarla çok az iletişimimiz vardı ve okula gitmediğimiz, televizyon izlemediğimiz için tüm bu olanlardan habersizdim. Sayıca çok çocuk olduğumuz için annem bizi alışverişe götürmezdi. Bir keresinde, belediye toplu konutlarına yakın bir şeritte kamp kurduğumuzda, oranın çocukları tarlada ağaçların arasında oynadığımız yere doğru yürürler ve bizi taciz ederlerdi. Bize taş atarlardı. Bir gün ağabeyime neden kızgın olduklarını sorduğumda, pek rahatsız görünmüyordu, “onların bizi anlamadıkları ve tehlikeli olduğumuzu düşündükleri için” olduğunu söylediğini hatırlıyorum.
Edebiyat olmasaydı, belki de bizlerin tanımlanma şeklimizden habersiz kalacaktım. Ama kitap sevgim, dergi ve gazete merakına dönüştü ve bu, bana bir dünya önyargı ve cehaletin gizli kapaklarını açtırdı. Karavanda veya yolda yaşayan herkesin kirli, hırsız bir Çingene olduğunu, ait olmadıkları bir toprakta ücretsiz yaşarken topluma hiçbir zaman katkıda bulunmadıklarına dair “yaygın” bir görüşün olduğunu ilk kez o zamanlarda fark ettim.
Çingeneler ve gezginler, hakaretin hala kabul edilebilir olduğu tek sosyal gruptur. Kısmen bunun okuma yazma bilmeme seviyemizden ve sosyal katılım eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. En nihayetinde insanlar onlar hakkında yazılanlardan habersizlerse, buna itiraz etmeyeceklerdir ve eğer itiraz etmezlerse, devam edeceklerdir, değil mi?
İngiltere’de Çingeneler, 1976 Irk İlişkileri Yasası uyarınca ayrı bir etnik grup olarak yönetiliyordu. İrlanda da ise 2000 yılında bu statü verildi. Ancak bu, popüler düşünce veya tutum üzerinde çok az fark yarattı özellikle Çingenelerin yaşamlarında daha da az fark yarattı. Çingeneler ve gezginler hala Birleşik Krallık’ta en düşük yaşam beklentisine, en yüksek çocuk ölüm oranına sahip en “riskli” sağlık grubudur. Ayrıca hala birçok temel sosyal ve yasal yapının dışında tutulmaktadırlar.
Ben okula gitmemiş olsam da bazı kardeşlerim gitti. Ve diğer birçok Çingene çocuğu gibi onlar da zorbalığa maruz kaldılar. Çoğu zaman lisenin kapısına gelirdim ve diğer çocuklar onlara sataştıkları için onları gözyaşları içinde bulurdum.
Tam potansiyelinize okul olmadan ulaşmak zor olabilir, ancak biz -ben ve kardeşlerim- geleneksel okuma yazma bilmeyen Çingene veya gezgin ailelerle karşılaştırıldığında, iyi fırsatlara sahiptik; genç yaşta evlenmemiz, çok sayıda çocuğumuzun olması ve ebeveynlerimizin izinden gitmemiz beklenmiyordu. Çocukken tutkum Flamenko’ydu (İspanya’daki Çingene topluluğunun müziği). Dokuz yaşlarındayken Norfolk’a yerleştikten sonra annem beni bir dans kursuna götürdü ve bağımlısı oldum.
Tam da o zamanlarda vagonlarımız için bir parça arazi kiralamıştık ve belediye tarafından özel oturma hakları verilmişti. Mobil evlere taşındık ve sonunda banyo, mutfak ve ortak alan için ahşap bir yapı inşa ettik. Bu, düzenli dersler alabileceğim ve profesyonel bir Flamenko dansçısı olabileceğim anlamına geliyordu. 17 yaşıma geldiğimde kampın karmaşıklığını geride bırakma arzusuyla doldum.
Bakıcılık işi yaparak para biriktirdikten sonra yıllarca dünyayı dolaştım, Avustralya’daki Flamenko barlarında, İspanya’daki Flamenko okullarında ve Hindistan’daki plajlarda dans ettim.
Ancak seyahat ederken bile, olumsuz ya da cahil tepkilerden korktuğum için insanlara yetiştirilme tarzımdan ya da ailemden hiç bahsetmedim. Okul olmadan ömür boyu arkadaş edinmek zordu ve korkularımı, duygularımı ve geçmişimi yalnızca ailemin anlayacağını biliyor, düşünüyordum. Ailem o kadar büyük ve bana yakındı ki, arkadaşa ihtiyacım olduğunu hiç hissetmemiştim. Ama ben uzaktayken, gitmeyeceğini bildiğim bir hoşnutsuzluk duygusu içimde büyüdü durdu.
Geçmişte üniversiteye gitme fikriyle ciddi olmayan bir düşünce içerisindeydim çünkü bu bana gereksiz, zor ve bir şekilde imkansız gelirdi. Şimdi ise 22 yaşındaydım, hazırdım ama bunun kolay olmayacağını biliyordum. Kabul edilmeden önce, eğitim sistemine neden bu kadar geç girmek istediğime dair 3.000 kelime yazmam gerekti – ve inanın bu, daha önce bir mektuptan fazlasını yazmamış biri için oldukça zor bir durumdur. Ama yerimi aldım ve kursun sonraki dokuz ayı boyunca gecelerimi karavan evimizde GCSE düzeyindeki ders kitaplarını okuyarak, umutsuzca “zaten” sahip olmam beklenen temel bilgileri kazanmaya çalışarak geçirdim. Hitler’in işlediği iğrenç suçlardan ve Hastings Savaşı’nın ne zaman gerçekleştiğinden haberim yoktu. Solunum sisteminin ne yaptığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir cümleyi noktalayamıyordum bile. Ama iyi bir kelime dağarcığım, çok kararlılığım ve son derece destekleyici bir ailem vardı. Aralarında ders çalışmaya çalışmak ise bambaşka bir konuydu.
Orada huzur ve sessizlik bulmak her zaman imkansız olmuştu. Küçük bir kızken, Arnavut kaldırımlı bir sokakta teraslı bir evde yaşamayı hayal ederdim hep, çünkü vagonlarda ve karavanlarda asla huzur bulamazdım. Üst üste yaşıyorsunuz, mahremiyet yok ve yalnızlığı bulduğunuz tek yer bir ağacın altına saklanmak ya da bir tarlada yürümek. Çocukken her fırsatta tek başıma dolaşır, oturacak bir yosun parçası bulur, öğleden sonrayı uğur böceklerini izleyerek ve çiçek toplayarak geçirirdim.
Bir kültürden diğerine geçmek inanılmaz derecede zordur ve engelleri ve yanlış anlamaları yıkmak daha da zordur. Belki de şaşırmamalıydım – Avrupa’da Çingenelere zulmetmenin uzun bir tarihi var: 1530 tarihli Mısır Yasası onları İngiltere’den yasaklarken, daha sonraki eylemler onları göçebe yaşamlarından vazgeçmeye veya ölümle yüzleşmeye zorlamış. Naziler onları “insan olmayanlar” olarak değerlendirmiş ve bazı uzmanlar, çoğu Auschwitz’de gazla öldürülen yaklaşık 600.000 Avrupalı Çingene’nin kökünün kazındığına inanıyor.
Seyahat eden gruplar içinde birkaç farklı grup vardır. Yaklaşık 1000 yıl önce Hindistan alt kıtasında ortaya çıkan ve şimdi Avrupa’ya yayılan Roman Çingeneler, ortak bir dile (Shelta) sahip olan ve 16. veya 17. yüzyılda göçebe olduklarına inanılan İrlandalı Gezginler, artı yeni çağ gezginleri, hippiler ve huysuzlar. Bazıları doğayla daha fazla iç içe olmak istedikleri için göçebe bir yaşamı seçiyor; diğerleri, ulusal bir sigorta numarası veya sabit bir adres olmadan toplumun kenarında yaşamak için.
Ancak Çingeneler ve Gezginler yerleşmek istediklerinde, ekstra komplikasyonlar ortaya çıkar. Çingene aileleri tarafından yapılan planlama başvurularının %90’ından fazlası, diğer insanların -seyahat etmeyen- başvurularının %20’si reddedilmektedir. Ayrıca Çingene bir aile tarafından yapılan bir planlama başvurusu, yerel sakinler tarafından her zaman aşırı sayıda itirazla karşılanmaktadır (bunu deneyimlerimden biliyorum). Ve bir mahallede Çingenelerin olması mülk fiyatlarını düşürdüğü de bir gerçek.
Kardeşlerim ve ben bu yaşam tarzına doğduk; katı ahlaki kurallar ve değerler ile yetiştirildik. Başka hiç kimseye özellikle farklı görünmüyor veya davranmıyoruz. Sadece farklı bir hayat yolumuz vardı ve bir evde yaşayarak büyümedik, sadece bu.
Sonunda erişim kursumu tamamladıktan sonra (harika bir öğretmen sayesinde tüm birimlerde dereceler aldım), Açık Üniversite’den mezun oldum ve bu, yaşam tarzımı tamamen değiştirmek anlamına geliyordu. Geçen kasım ayında, 30 yaşındayken Brighton Journalist Works’te okumak için Brighton’a taşındım. Şimdi burada erkek arkadaşımla birlikte tuhaf ve bana yabancı olan bir dairede yaşıyorum. Ailem, artık göçebe değil ve benim hayatımı değiştirme kararımı destekliyorlar. Ancak daha önce hiç tuğla ve harç içinde yaşamayan ben, artık doğayla tamamen bağlantımı kaybetmiş gibi hissediyorum. Bir mevsimden diğerine değişimi göremiyorum veya hissedemiyorum, yeşillik için can atıyorum ve sürekli kapana kısılmış hissetme duygusuyla boğuşuyorum. Hayatımın yarısını kapı ve pencereleri açarak, içeride olmanın verdiği havasız, klostrofobi duygusundan kurtulmaya çalışarak geçiriyorum. Ağaçların yaprakları arasındaki rüzgarın ve kuş cıvıltılarının yerine çöp kamyonları, yoğun trafik ve komşularımın bağırışlarıyla uyanıyorum. Ne zaman yağmur yağacağını hissedemiyorum çünkü artık havada kokusunu alamıyorum ve yağmur yağdığında çatıya indiğini duyamıyorum.
Denize yakın yaşıyorum çünkü bana biraz açıklık ve özgürlük hissi veriyor, ama burada ya da başka bir yerde gerçekten yerleşik hissedeceğimi sanmıyorum. İçgüdülerim hep seyahat etmek ve her gün farklı manzaralara uyanmaya alışık, bu yüzden kapana kısılmış hissediyorum. Ama aynı zamanda da biliyorum ki hayallerime ulaşmak için kök salmalıyım.