Ne zaman et yemek istemediğimi söylesem ya da vejeteryanlıktan bahsetsem yeterli besini alamayacağım ve sağlıksız olacağım iddia edildi. Besinler, anatomi, sağlık konularıyla çokça haşır neşir olsam da ben de bunu sorgulamadan kabul etmiştim. Ancak son zamanlarda popülerleşen bitki temelli diyet ve hayatıma yerleşmeye başlayan yoganın bunu önermesi beni bu konuyu araştırmaya itti.
Amino asitleri nereden alıyoruz?
Temelden başlarsak proteinler amino asitlerden oluşur(a.a.) ve doğada 20 çeşit a.a. bulunur. Bu a.a.lar çeşitli kombinasyonlarla proteinleri oluştururlar. Temel(esansiyel) amino asit adı verilen 8 a.a. insan vücudunda sentezlenemez yalnızca bitkiler tarafından sentezlenir. Bu esansiyel a.a.ları dışarıdan hazır almamız gerekmekte.
Protein kaynaklarını bitkisel ve hayvansal olarak ele aldığımızda hayvansal proteinler tam amino asit profili içerir. Bu tanım bize içeriğinde tüm esansiyel amino asitleri bulundurduğunu ifade eder. Bu sebeptendir ki hayvansal proteinlerin bitkisel proteinlerden daha iyi olduğu algısı oluşmuştur. Aslında bu noktada daha iyi veya daha kötü yoktur çünkü hayvanlar da bitkilerden beslenir. Yani et yediğimizde aldığımız esansiyel amino asitleri o hayvan da bitkilerden almıştır. Doğru kombinlenen bitkisel yiyeceklerle tam aminoasit içeren bir öğün hazırlamak mümkün.
Yeterli proteini bitkisel temelli diyette alabilir miyiz?
Kahvaltıyla başlayalım. 1 yumurta yerine 60g yulaf tercih edersek 0.3g daha fazla protein alırız. 1 adet orta boy yumurta 7.6g, 60g yulaf 7.9g protein içerir.
Öğle yemeği için 1 kase tavuklu salata ve 1 kase kinoalı salatayı karşılaştıralım. Tavuklu salata 19.46g protein içerirken kinoalı salata 14.43g protein içerir. Aradaki fark düşünülenden çok daha az.
Akşam yemeği için de karnıyarık ve kuru fasulye-pilavın protein değerlerini inceleyelim. Etli bir sebze yemeği olan karnıyarığın 1 porsiyonu 11.1 g protein içeriyor. Aşina olduğumuz bir yemek olan kuru fasulye-pilav, 1 porsiyonunda 15.28g protein içeriyor.
Görüldüğü üzere bitkisel ve hayvansal gıdalar arasında sanıldığı gibi büyük bir uçurum yok. İyi planlanan bitki temelli diyetle yeterli proteini alabiliriz.
Proteinlerin beraberinde getirdikleri
Hayvansal gıdalarla birlikte enflamasyona yol açan molekülleri de alırız. Örneğin: Neu5Gc, endotoksinler, heme demiri. Hayvansal gıdalar tüketildiğinde bağırsaktaki bakterilerin yaşadığı mikrobiyom da değişir. Burada üreyen bakteriler enflamasyonu arttırır. Enflamasyon; kaslarda ve eklemlerde ağrıyı arttırır, iyileşmeyi geciktirir. Bazı hayvansal gıdalar damarlarda plak oluşumuna sebep olur. Bu da damarın işlevini kısıtlar ve kan akışını tıkar. 50 yıldır kalp ve damar hastalıklarının ana sebebinin doymuş yağ ve kolestrol olduğu söyleniyor. Yağ miktarını kısarak bu durumun dengelenebileceği düşünülse de beraberinde getirdikleri dolayısıyla düşük yağlı hayvansal gıdalar tüketmek bu hastalıklara çözüm oluşturmuyor.
Bitki bazlı gıdalarsa beraberinde lif, antioksidan, vitamin, mineral ve fitokimyasallar getiriyor. Lif, sindirim sistemini düzenler ve kilo kontrolü sağlar. Antioksidanlar vücutta hasar yaratan serbest radikallerin temizlenmesinde rol oynar. Fitokimyasallar kanser riskini azaltır ve bağışıklık sitemini güçlendirir. Vitamin ve mineraller de metabolik faaliyetlerimiz için gereklidir.
Bu bilgiler sonucunda bitki temelli beslenmeye artık sıcak baksam da homo sapiens olarak et yemeye alışkın ve bunu iyi sindirecek bir evrimsel süreçten geçtiğimizi düşünüyordum. Düşüncemin kısmen yanlış olduğunu öğrenmek beni çok şaşırttı.
Hep bu kadar et tüketiyor muyduk?
1930 ve 1940larda avı-toplayıcı atalarımızın ne yediği araştırılırken ilk bulunan kanıtlar silahlar ve kemiklerdi. Bu yüzden atalarımızın çoğunlukla etle beslendiği düşünüldü. Son 10 yılda ise bitkilerin mikroskobik fosilleri bulundu ve diş ve kemikler üzerinde yapılan çalışmalardan sonra atalarımızın bitki temelli ile beslendiği ortaya çıktı. Bu oldukça mantıklı çünkü bitkisel gıdalara ulaşmak hayvansal gıdalara ulaşmaktan çok daha kolaydı.
Omnivor (hem etçil hem otçul) bir tür olan bizlerin evrimsel süreçte sadece et veya bitki ile beslendiğini söylersek hata ederiz. Anatomimiz ne etçilere ne de otçullara benzer. Gerektiğinde eti parçalamak için gelişen köpek dişlerimiz, gerektiğinde de bitkileri sindirmek üzere uzun bir sindirim sistemimiz var. Her zaman eti tüketen bir tür olsak da son zamanlardaki et tüketim miktarımız çılgınca artış gösteriyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada kişi başına düşen ortalama yıllık et tüketimi 1961’den bu yana yaklaşık 20 kilogram artarak, 2014 yılında 43 kilograma yükseldi. Avrupa ve Kuzey Amerika’da ise bu ortalama kişi başı yaklaşık 80 kilogram.
Bu kadar fazla hayvansal gıda tüketmenin sonuçları ne?
Et, süt, yumurta ve balık çiftlikleri dünyanın çiftlik alanlarının %83ünü kapsıyor ancak dünyadaki kalori ihtiyacının sadece %18ini karşılıyor.
Nehirlerin %25i hayvan yemi için sulama yapıldığından okyanusa ulaşamıyor.
Deniz ve okyanuslara verilen zararın en büyük sebebi balıkçılık sektörü. Okyanuslardaki çöpün %46sı atılmış balık ağı.
Bunlar aşırı hayvansal gıda tüketmenin sonuçlarından birkaçı.
Çalışmalar oldukça çeşitli ve iki beslenme şeklinin de desteklendiği ve reddedildiği araştırmalar mevcut. Bir şeyi körü körüne desteklemeyi doğru bulmuyorum ama gereğinden çok daha fazla hayvansal gıda tükettiğimiz ortada. Hem kendimizi hem de dünyayı hasta ediyoruz. Bilinçlenen toplum ve tabaklarımızda yaptığımız düzenlemelerle umarım gelecekte daha iyi bir tablo çizebiliriz.
İlginizi çekebilir: https://xn--entelektel-heb.com/seaspiracy-denizlerdeki-komplo/